WP Kurs Dersleri

24 Şubat 2015 Salı

Mukden Olayı ve Stimson Doktrini
Japonya 18.yüzyılın ikinci yarısında İmparator Meji ile birlikte Mançurya’ya ilgi duymaya başlamış, ekonomik ve stratejik yönden Mançurya’yı kilit nokta olarak görmüştür. 1894-1895 Çin-Japon Savaşı’nda Güney Mançurya’da bulunan Liadeng Yarımadası’na girmiş, 1905 yılında da Rusların mağlup edilmesiyle Mançurya’daki nüfusunu arttırmaya başlamıştır. 1920’li yıllarda da Kore üzerine faaliyetlerde bulunan Japonya yavaş yavaş gözünü Çin’e doğru çevirmiştir. Mançurya yönetimi 20.yüzyılın ilk çeyreği boyunca Çin yanlısı politikalar izleyince Japonya bölgeye askeri kuvvetlerini göndermiş ve 1929 yılı başlarında Çin kuvvetleriyle sıcak çatışmalar yaşanmıştır. Bu gergin ortam ve zaman zaman yaşanan çatışmalar 1931 Haziran ayına kadar devam etti. BerkayHaziran ayında şiddetlenen çatışmalar 19 Eylül 1931’de Japonların Mukden şehrine girmeleriyle son buldu ve Çin kuvvetleri geri çekildi. Japonya Mançurya’yı işgale başladı ve 1931 sene sonuna kadar neredeyse tüm Mançurya’yı işgal etti.[1] Asya-Pasifik dengelerini oldukça önemseyen ve Çin üzerine birçok yatırım yapan ABD, Çin-Japonya arasında yapılacak herhangi bir anlaşmayı veya Japonya’nın tek başına gerçekleştirmeye çalışacağı herhangi bir girişimi tanımayacağını bildirdi.LİKYA WEB TASARIM Bu bildirim dönemin Dışişleri Bakanı Henry Stimson tarafından yapıldığı için ‘Stimson Doktrini’ olarak da bilinmektedir. ABD, Japonya’nın saldırgan tutumlarından dolayı uluslararası alanda bir algı yaratıp Japonya’yı ekonomik olarak da cezalandırmayı amaçlamış fakat özellikle Avrupa’dan aradığı desteği bulamamıştır. Bunun da nedeni 1930’lar boyunca süren Dünya Ekonomik Buhranı‘nın Avrupa’yı fazlasıyla etkisi altına almış olmasıdır. Japonya’ya Briand-Kellog ve Dokuz Devlet Antlaşmaları'na imza attığını da hatırlatan ABD işgali bitirmelerini istemiş lakin bu talebe cevap alınamamıştır. Japon yöneticilerin bu tarz emperyalist ve saldırgan tutumları ABD’nin Asya-Pasifik Politikası’nın geleceği açısından büyük tehdit oluşturmuş, Japonya’nın Çin’e saldırma ihtimalinin de göz önünde tutulmasıyla yeni bir silahlanma dönemi Pasifik için kaçınılmaz olmuştur. Şayet 1937 yılında da Çin-Japon Savaşı patlak verecektir.[2]




[1]Aynı yer., ss. 42-43.
[2]The Mukden Incident of 1931 and the Stimson Doctrine, https://history.state.gov/milestones/1921-1936/mukden-incident, (E.T.10.11.2014)
Japon Yayılmacılığı ve Savaş Sonrası Deniz Konferansları
ABD 19.yüzyılın ortalarında dünya ya açılmaya zorladığı Commodore Perry'nin seferiyle kendini ABD ticaretine ve zamanla da dünya ya açan Japonya'yı 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Asya-Pasifik'te kendine rakip olarak karşısında bulmuştu. 30 yılda kalkınan ve ekonomik olarak dünyanın önemli devletlerinden biri haline gelen Japonya sömürge arayışlarına girişmiş, ABD gibi o da  gözünü ilk olarak Çin'e dikmiştir. Hemen hemen aynı yıllarda uluslararası arenaya çıkan bu iki devlet için günümüz koşullarında Japonya'nın ABD'ye göre alt basamaklarda kalmasını Oral Sander şöyle açıklamaktadır; ''Japonya'nın, ABD'den farkı doğal kaynaklar açısından ABD'ye göre çok yoksun olmasıdır. Bu eksikliğini Yakın Asya topraklarından giderme uğraşı ise, bu devleti saldırgan bir dış politikaya ve sömürgecilik faaliyetlerine itecektir.'' [1] Oral Sander'in bu cümlelerinden de anlaşılacağı gibi Japonya'nın saldırgan ve sömürgeci politikaları ABD tarafından görülmüş ve bu politikalarına önlem alınmaya çalışılmıştır.
1. 2. 1. Washington Deniz Konferansı
I. Dünya Savaşı sonrasında Asya-Pasifik bölgesinde artan Japonya-ABD rekabetinin bir sonucu olarak her iki devlette olası bir çatışma durumu için silahlanmaya başladı ve bunun bir sonucu olarak Kasım 1921'de Washington'da Asya-Pasifik'le ilgisi olan devletlerin katılımıyla Washington Deniz Konferansı düzenlendi. Konferans öncesinde oldukça iyi olan İngiliz-Japon ilişkileri, Japonya'nın emperyalist politikalar izleyip ABD çıkarlarını zedelediği için ABD'nin İngiltere'ye baskı yapmasıyla bozulmuştur. İngiltere, Japonya-ABD arasındaki tercihini mantıklı bir şekilde ABD'den yana kullanmıştır. Washington Deniz Konferansı'nda birden fazla anlaşma imzalanmıştır. Bunlardan ilki; ABD, İngiltere, Fransa ve Japonya arasında imzalanan Dörtlü Antlaşmadır. Bu antlaşmaya göre ismi geçen ülkeler Pasifik’te birbirlerinin sömürgelerine saygı duyacaklar, özellikle de ABD açısından Filipinler Japonya’nın emperyalist politikalarından korunacaktır. İkinci antlaşma ise Şubat 1922’de ABD, İngiltere, Fransa, Japonya, Çin, Belçika, İtalya, Hollanda ve Portekiz arasında imzalanan Dokuz Devlet Antlaşması'dır. Bu antlaşma daha çok Çin üzerine kuruludur. Bu dokuz devlet Çin’in egemenlik haklarına saygı gösterecek ve tüm Çin topraklarında ticari ve endüstriyel fırsat eşitliği sağlanacaktır. Dokuz Devlet Antlaşması ABD için Açık Kapı Politikası’nın bir zaferi olarak görülmüştür. İmzalanan bir diğer antlaşma da ABD, İngiltere, Fransa, Japonya ve İtalya arasında Deniz Silahlarının Sınırlandırılması Antlaşması’dır. Pasifik Okyanusu’ndaki üç büyük (ABD, İngiltere, Japonya) devletin büyük zırhlıları sınırlandırılmıştır.[2] İmzalanan bu antlaşmalar dizisi Pasifikte Japon emperyalizmini frenlemiş, ABD açısında amaca ulaşılmıştır. ABD cephesinden Washington Deniz Konferansı’nın bir diğer önemli sonucu da İngiltere’nin 1805 Trafalgar Muharebesi'nden beri açık ara elinde tuttuğu deniz üstünlüğünü ilk defa ABD ile paylaşmasıdır. ABD için bu durumda ayrı bir zafer sayılmıştır.[3]
1. 2. 2. Cenevre Deniz Konferansı ve Briand-Kellog Paktı
1921 Washington Deniz Konferansı'nda Asya-Pasifik bölgesi için gerçekleştirilmek istenen oluşumlar istenildiği gibi gelişme göstermemiş özellikle de 3 büyük deniz devletinin (ABD, İngiltere, Japonya) büyük zırhlılarını sınırlandırması konusunda sıkıntılar olmuştur. Büyük zırhlılarını sınırlandıran bu devletler, tam tersine küçük zırhlılarını arttırmaya başlamışlardır. İmzalanan antlaşmanın bu açığından en fazla istifade eden devlet Japonya olmuş küçük zırhlılarını hızla arttırma yoluna gitmiştir, bunun üzerine silahlanma yarışı tekrardan boy göstermeye başlamıştı. Japonya'nın silahlanması bu alanda ek masrafların çıkmasına ve bu masraflarında vergiler yoluyla sivillerin omzuna yüklenmesine neden olmuştur. ABD başta olmak üzere sivil toplum örgütleri bu duruma kayıtsız kalmamış Japon siyasetçilere baskı uygulamışlardır. Gelişen bu olaylar sonucunca Washington Deniz Konferansı'nın değerini yitirdiği anlaşılmış, ABD Başkanı John Calvin Coolidge 10 Şubat 1927 yılında 5 büyük devleti ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya'yı Cenevre'ye davet etmiştir.[4] Sadece İngiltere ve Japonya bu davete icabet etmiş, İtalya ve Fransa'da gözlemci göndermeyi kabul etmiştir. ABD, İngiltere ve Japonya'nın katılımıyla toplanan Cenevre Deniz Konferansı çetin pazarlıklara sahne olmuş fakat bir anlaşma sağlanamadan dağılmak zorunda kalınmıştır. Gelişmeler üzerine ABD, 1928 yılı başında yeni bir donanma inşa programı başlatmıştır, diğer taraftan da ABD'nin dış ticareti hızlı bir gelişme göstererek İngiliz dış ticareti ile aynı seviyeye gelmiştir. Japonya'nın ise 1927 de başlayan ekonomik kriz ile hazine fakirleşmiş, durumun daha da kötüye gitmemesi için Japon yöneticiler askeri ve donanma masraflarının kısılmasına karar vermişlerdir. Cenevre Konferansı sonrasında Amerikan-İngiliz ilişkilerinde gerginlik başlamış, İngiltere'nin ve Japonya'nın Pasifik politikalarında çekinen ABD tekrardan donanmasını kuvvetlendirme yoluna gitmiştir. İkili arasındaki bu gerginlik 1928 yılında imzalanan Briand-Kellog Paktı ile giderilmiştir. Briand-Kellog Paktı savaşın bir politika aracı olarak kullanılmasını yasaklayan, ABD, İngiltere, Japonya, Almanya, Belçika, Çekoslovakya ve Romanya'nın katılımıyla imzalanan uluslararası bir antlaşma niteliğindedir. Antlaşmaya göre taraflar sorunlarını barışçı yollarla çözecek, eğer çözülmezse de Milletler Cemiyeti hakemliğini kabul edeceklerini beyan etmişlerdir.[5]
1. 2. 3. Londra Deniz Konferansı
1930 yılında bu seferde İngiliz yöneticiler 3. Deniz Konferansı'nın toplanması için Japonya, Fransa, İtalya ve ABD'yi Londra'ya davet etmiştir. Tüm ülkeler bu davete katılmış, Cenevre Konferansı'nda uzlaşma sağlanamayan küçük zırhlıların sınırlandırılması konusu gündeme gelmiştir. İngiliz Başbakanı Ramsay MacDonald'ın önerisiyle görüşmeci devletler Japonya, İngiltere ve ABD'nin oluşturduğu Pasifik Grubu ve İngiltere, Fransa ve İtalya'nın oluşturduğu Avrupa Grubu olarak ikiye ayrılmıştır. MacDonald bu davranışıyla, ikili görüşmelerle daha çabuk ve etkili müzakerelerin yapılmasını amaçlamıştır. Nitekim Amerikan-Japon görüşmeleri 3 haftada sonuç vermiş, zırhlıların sınırlandırılması kabul edilmiştir. Pasifik'teki bu gergin silahlanma ortamı bu antlaşmayla yumuşamış ilgili devletlerin bundan sonrada sürekli görüşme halinde olmaları kararlaştırılmıştır. Avrupa Grubu'nda ise uzlaşma sağlanamamış bunun için Fransa ve İtalya Londra Deniz Antlaşmasına imza atmamışlardır.[6] Sonuç olarak I. Dünya Savaş'ı sonrasında başlayan, Asya-Pasifik'te Japonya-ABD silahlanma yarışına 1921 Washington Deniz Konferansı ve 1930 Londra Deniz Konferansı ile 15 yıllığına 1936 yılına kadar ara verilmiştir. Bu konferanslarla 1920-1930 yılları arasında Pasifik Okyanusu'nda ABD, İngiltere ikilisi ile Japonya arasında çıkabilecek bir savaş engellenmiştir.[7] II. Dünya Savaş'ı öncesinde ABD'nin Asya-Pasifik Politikası Japonya'nın yayılmacı politikalarını engellemek, Pasifik ticaretini geliştirerek sürdürmek, Çin üzerinde fırsat eşitliği yoluyla Çin'in tek bir devlet sömürgesi haline gelmesini engellemek olarak açıklanabilir fakat Japonya'nın yayılmacı politikaları Kore ve Mançurya üzerinden Çin'e girerek Pasifik hakimiyeti sağlamak istemesi ABD-Japonya savaşını ilerleyen yıllarda kaçınılmaz kılmıştır.



[1]Sander, a.g.e., s. 277.
[2]Sinan Levent, 2. Dünya Savaşı Öncesi Türk Basınında Japonya, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Japon Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara:2009, ss. 25-31.
[3]Washington Deniz Konferansı,  http://www.turkcebilgi.org/tarih/20-yuzyil-tarihi/washington-deniz-konferansi-3880.html,  (E.T. 10.11.2014)
[4]The Geneva Naval Conference, 1927,  https://history.state.gov/milestones/1921-1936/geneva, (E.T.10.11.2014)
[5]Levent, a.g.e., ss. 31-34.
[6]Aynı yer., ss. 34-37 .
[7]Aynı yer., ss. 38-41.

18 Şubat 2015 Çarşamba

YÜKSELEN ÇİN ABD'NİN KÜRESEL ÜSTÜNLÜĞÜNÜ TEHDİT EDERMİ?
Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve SSCB'nin dağılması ABD'yi emsalsiz güç haline getirmiştir. Bu konum ABD için tam anlamıyla dünyanın ilk ve tek küresel gücü ve lideri olduğunu gösteriyordu. ABD'nin küresel liderliğinin en önemli göstergesi üstün nitelikli örgütlenmesi, ekonomisi ve teknolojisi, geniş kaynaklarını askeri amaçları için hızla harekete geçirebilme kabiliyetidir. Yani Amerika'nın küresel gücünün yapı taşları askeri ve ekonomik gücünün yanında teknolojik ve kültürel gelişmişliğidir.[1] Polonya asıllı ABD'li stratejist Zbigniew Brzezinski Büyük Satranç Tahtası isimli kitabında şu görüşlerini dile getirmiştir;
            ''Soğuk Savaş'ın galibi Amerika'dır ve bu savaşı kazanmanın ödülü Amerika için Avrasya liderliği olacaktır. Dünyanın ilk ve tek küresel gücü olan ABD, Avrasya'ya hükmetmek zorundadır. Çünkü, eğer günün birinde bir devlet çıkıp ABD'yi tehdit edecekse bu devlet Avrasya'dan çıkacaktır ve ABD küresel güç olabilme potansiyeli olan devletleri dizginlemelidir. Eğer ABD'den başka bir devlet çıkıp da Avrasya'da liderlik yaparsa bu ABD'nin küresel üstünlüğünün en büyük tehdidi olacaktır. Çünkü Avrasya'ya hakim olan devlet dünyanın en ileri ve ekonomik olarak en verimli üç bölgesinden ikisini kontrol edecek, yeni dünyanın merkezi kıtasını kontrolü altına alacaktır. Dünya nüfusunun % 75'i Avrasya'da yaşamaktadır ve dünya zenginliklerinin çoğu, hem yatırımlar hem de yeraltı kaynakları bu bölgede bulunmaktadır. Avrasya dünya GSMH'sının % 60'ına ve dünyanın bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahiptir. Avrasya aynı zamanda siyasal olarak en iddaalı ve dinamik devletlerinin bulunduğu yerdir. ABD'yi dışarıda bırakırsak dünyanın en büyük 6 ekonomisi bu bölgededir. yine ABD haricinde dünyanın bilinen ve bilinmeyen bütün nükleer silah sahipleri Avrasya'dadır. Amerika'nın üstünlüğüne meydan okuyabilecek siyasi ve ekonomik potansiyele sahip tüm ülkeler Avrasya kıtasındadır. Bu sebeplerle Avrasya ABD için küresel üstünlüğün sürdürülmesi adına bir satranç tahtasıdır. ABD açısından Avrasya'da 2 büyük tehdit vardır. Bunlardan biri Çin'in genişlemesi ihtimali, diğeriyse Çin, Rusya, İran yakınlaşmasıdır. Bu iki büyük tehdidin gerçekleşmesi ihtimaline karşın ABD politikalar üretmelidir.''[2]
            Brzezinski'nin de 1997 yılında yazdığı kitabında dile getirdiği gibi ABD Çin'in genişleyip kendisini tehdit eder konuma gelmesinden çekinmektedir. Özellikle 2000 sonrası büyük bir ekonomik patlama yaşayan Çin ve Hindistan Brzezinski'nin söylediklerini doğrular bir biçimde gelişmeye başlamışlardır. Bunun yanında Çin'in yükselişinin yanında ABD'nin küresel hegemonyasının da nispeten gerilediği bir gerçektir. Bunu somut örneklerle açıklamak mümkündür. Bugün dünyanın en yükse binası Dubai'de dünyanın en zengin insanı Meksikalı halka açık en büyük şirket Çin'de, en çok gelir sağlayan yatırım fonlarının adresi Birleşik Arap Emirlikleri, dünyanın en büyük dönme dolabı Singapur'da, bir numaralı kumarhane Las Vegas'da değil Macao'da ( Çin), en büyük film endüstrisi artık Hollywood değil Bollywood, en büyük alışveriş merkezi Çin'de, Hong Kong birçok ölçeğe göre en önemli finans merkezi New York'a rakip, bundan sadece 20 yıl önce ABD bu sayılanların çoğunda dünya da birinci sıradaydı fakat Fareed Zakaria'nın değişiyle  ''diğerlerinin yükselişiyle'' ABD gerilemeye başlamıştır. Amerika her geçen yıl biraz daha güç kaybederken diğerleri özelliklede Asya-Pasifik bölgesinin yükselen değerleri Çin ve Hindistan her yıl biraz daha büyümektedir.[3]
            Uluslararası arenada kanaat önderleri vasıtasıyla hazırlanan rapor ve anketlerde ABD hegemonyasının 2030 yılına kadar sona ereceği ve dünyanın güç merkezinin Batı'dan Doğu'ya yani Asya'ya Asya-Pasifik'e kayacağı görüşü son yıllarda sıkça gündeme gelmeye başlamıştır. Bu görüşler ABD'nin önemli istihbarat ve stratejik araştırma kuruluşları tarafından da kabul görmesi açısından son derece önemlidir. Bu kaçınılmaz yükselişle birlikte zamanla ABD'nin sağladığı güç dengeleri değişecek ve Çin ve Hindistan başta olmak üzere Meksika, Endonezya, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler yeni güç dengesinin oluşumunda etkili olacaklardır. En önemli kısımsa daha önce bahsettiğimiz gibi ABD'nin ekonomik, kültürel ve teknolojik zenginliklerini askeri amaçları için hızla harekete geçirebilme kabiliyeti varken Çin henüz bu özelliğe sahip değildir ve küresel güç olma yolunda en önemli eksiği de budur.  Şu da unutulmamalıdır ki günümüz itibariyle ABD halen tek küresel güçtür. Çin ve Hindistan hızla büyüseler de ekonomik olarak olmasa bile askeri, kültürel ve nispeten teknolojik olarak ABD'ye göre oldukça geridedirler. [4] Sonuç olarak Asya-Pasifik'te Çin ve Hindistan'ın engellenemez yükselişi ABD'yi tedirgin etmeye devam ederken Amerika hala açık ara bir süper güç ve dünyanın lideridir. ABD, 1999 yılında Kosova Savaşı'nda yanlışlıkla Çin Büyükelçiliğinin bombalamış fakat bu bombalamanın yanlışlıkla değil Çin halkını korkutmak, gözdağı vermek amacıyla kasten yapıldığı uluslararası kamuoyu tarafından göz ardı edilmemiştir.[5] Samuel Huntington dünyanın ilerleyen yıllardaki sistemini 'tek-çok kutupluluk' olarak adlandırmıştır. Bu sistem birçok güç ve bir süper güç olarak tanımlanmaktadır ve birçok güçten kasıt Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi yüksek büyüme hızına sahip devletlerken bir süper güç olarak da ABD'yi göstermiştir. Asya-Pasifik'in yükselişi ve dünyanın ekseninin zamanla Avrupa ve Amerika'dan Asya-Pasifik'e doğru kaydığının doğru olduğunu fakat bunun uzun bir zaman dilimine yayılacağını ifade ederek şu gerçeği vurgulamıştır. '' ABD hala açık ara en güçlü ülke, ancak başka önemli büyük güçlerin yer aldığı ve bütün aktörlerin iddialı ve etkin oldukları bir dünyanın en güçlüsü.''[6]



[1] Brzezinski, a.g.e., s. 26.
[2] Aynı yer., ss. 51-74.
[3] Zakaria, a.g.e., ss. 17-21.
[4] Erkin Ekrem, ''2030 ABD Hegemonyasının Çöküş Kaygısı'', http://www.sde.org.tr/tr/authordetail/2030-abd-hegemonyasinin-cokusu-ve-cin/1210,  (E.T.08.12.2014)
[5] Zakaria, a.g.e., s. 48
[6] Aynı yer., s. 64
İspanyol-Amerikan Savaşı
19.yüzyılın sonuna gelindiğinde Küba'nın bağımsızlıkları için İspanyollara karşı ayaklanması ve İspanya'nın ayaklanmayı bastırmak için uyguladığı yöntemlerin Amerikan basını tarafından abartılarak anlatılması (Sarı Gazetecilik olarak bilinir), ABD'nin da buna kayıtsız kalmayarak Küba'yı desteklemesi sonucunda 1898 yılında Amerikan tarihinin önemli dönüm noktalarından birini oluşturan İspanyol-Amerikan savaşı başlamıştır.[1] Küba üzerinde emperyal çıkarları olan, despot ve zalim politikalar izleyerek halkın üretim gücünü azaltıp, onları fakirleştirerek, adam kayırıp yolsuzluğu bir sistem haline getirmiş, Küba hükümetini tekelleri altına almayı başarmıştır. 1895 yılına kadar bu duruma sabredebilen Kübalılar, bu yıl itibariyle Jose Marti önderliğinde ayaklanmışlardır. Küba'daki bu iç savaşın uzayacağını düşünen ABD bölgedeki yatırımlarının zarar görmesini istemediği için olaya müdahil olmuştur.[2] İspanya aynı zamanda Pasifik Okyanusu'nda önemli bir konuma sahip olan Filipin Adaları'nı kontrolünde bulunduruyordu ve Küba'dan sonra Filipinler'de de halk katı İspanyol yönetimine karşı çıkmaya başlamıştı. ABD, Küba'yı olduğu gibi Filipin halkını da desteklemiştir. Kısa süren bu savaşta ABD hiçbir önemli yenilgiye uğramamış, sonuç olarak İspanya'nın barış talebinde bulunmasıyla 10 Aralık 1898'de imzalanan Paris Anlaşması'yla İspanya, Portoriko ve Guam'ı savaş tazminatı olarak, Filipin Adaları'nı da 20 milyon dolar karşılığında ABD'ye bırakmıştır. Böylelikle ABD İspanya'nın batı yarımküredeki sömürge imparatorluğuna son vermiş oldu ve bir Pasifik gücü olarak Asya-Pasifik'teki yerini sağlamlaştırdı.[3] Theodore Roosevelt tarafından ''Hazırlıksız Amerika Savaşı'' olarak nitelendirilen İspanyol-Amerikan Savaşı, ABD için büyük tecrübe olmuş, bu savaş sonrasında Genelkurmay Heyeti kurulmuş, ordu 100.000 kişiye çıkarılmış, donanma artırılmaya başlanmış ve mesleki hizmetlerini takviye ederek bu savaştan dersler çıkaran ABD I. Dünya Savaşı için yeteri kadar hazırlanmıştır.[4] Sonuç olarak Allan Nevins'in belirttiği gibi; ''İspanyol-Amerikan Savaşı, Amerikan tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Nihayet, ülke kendisinin bir dünya devleti olduğunu gösterdi, kendini gittikçe daha az soyutlamış ve kendi içine kapanmış hissetmeye ve geniş uluslararası düzenlerde gittikçe daha fazla hakim rol oynamaya başladı.''[5]



[1]Aynı yer.
[2]Allan Nevins-Henry Steele Commager, ABD Tarihi, (çev.: Halil İnalcık),  Ankara: Doğu Batı Yayınları, Mart 2005, s. 351.
[3]http://turkey.usembassy.gov/uploads/images/pkMD9H-FtBW5yfGN3x7c1w/amerikan_tarih_anahatlar.pdf ,   s. 69. (E.T. 08.11.2014)
[4]Nevins, a.g.e., s. 355.
[5]Nevins, a.g.e., s. 356.

17 Şubat 2015 Salı

ABD'NİN SIÇRAMA TAHTALARI
2. 1. Alaska'nın Satın Alınması
Amerika'nın kıtasal sınırları dışındaki ilk atılımı, az sayıda yerli halkın ve Rus'un yaşadığı Alaska'yı 1867'de Ruslardan satın almak oldu. Pek çok Amerikalı, Dışişleri Bakanı William Seward'ın bu girişimine ilgisiz kalmış ya da bunu öfkeyle karşılamış ve Alaska'dan, Seward'ın Yanılgısı ve Seward'ın Buzdolabı olarak söz etmişlerdir. Buna karşın 30 yıl sonra Alaska'nın Klondike Nehri'nde altın keşfedilmesi üzerine binlerce Amerikalı kuzeye taşınmış ve pek çoğu da orada kalıcı olarak yerleşmiştir. Alaska, 1959'da 49. ve Texas'ın ünvanını elinden alarak en büyük eyalet olmuştur.[1]
            1867 yılında Alaska'nın Rusya'dan satın alınması da ABD'nin bir Pasifik gücü haline gelmesinde önemli bir basamak olmuştur. 1784 yılında Rusların Bering Boğazı'nı geçmesi ve bu bölgelere yerleşmeye başlamalarıyla bölgede Rus etkinliği başlamıştır. O dönem itibariyle sadece  Ruslar Alaska topraklarına girmiş olmasa da çoğunluğu oluşturmuşlardır. Japonlar ve İspanyollar da bölgede etkili olsalar bile Rusya çoğunluğu elinde tutmuş ve bölgedeki kürk ticaretine çok önem vermişlerdir. Fakat 19.yüzyılın ortalarına gelindiğinde Rusya'daki iç karışıklıkların artmasıyla birlikte bölgedeki ticari hareketliliğin düşük olması nedeniyle Alaska 7.2 Milyon Dolar karşılığında ABD'ye satılmıştır.[2] 1867 yılında Alaska'nın satın alınmasıyla Kuzey Amerika'da Rusya'nın varlığına son verilmiş ve Pasifik'in kuzey kenarına ABD'nin erişimi sağlanmış, Pasifik'te Amerikan yükselişi için önemli bir adım daha atılmıştır.[3]
2. 2. Hawaii'nin İlhakı
İspanyol-Amerikan Savaşı'nın[4] yapıldığı yıl içinde, Hawaii Adaları ile de yeni bir ilişki başlatılmıştır. Hawaii ile bundan önceki temaslar, genelde misyonerler ve gelip geçici tüccarlar aracılığıyla yürütülmekteydi. 1865'ten sonra ise Amerikalılar adaların temel kaynağı olan şeker kamışı ve ananas ürünlerini geliştirmeye başladılar. Krallık yönetimi 1893'te, yabacıların etkisini sona erdirmeye niyetli olduğunu bildirince, Amerikan iş adamları etkili Hawaiililerle işbirliği yaparak yeni bir hükümet oluşturdular ve bu hükümette Amerika'ya katılmak istediğini açıkladı. ABD'de Amerikan askerlerinin kullanılmasına ve koloni yönetimi görüşüne karşı yaygın protestolarda bulunulması üzerine, başlangıçta Başkan Grover Cleveland ve kongre katılmayı reddetmeye ikna oldular, fakat kongre İspanyol-Amerikan Savaşı'nın yarattığı büyük milliyetçilik dalgası karşısında Temmuz 1898 adaların katılmasını büyük bir oy çokluğuyla onayladı ve böylelikle de Pearl Harbor'da önemli bir donanma üssü kazanıldı. Hawaii 1959'da ABD'nin 50. eyaleti oldu.[5]  Hawaii Adaları'nın ilhakı ABD için, Alaska'nın satın alınmasından sonra Pasifik'te bir sıçrama tahtası daha oluşturmuş ve ABD'nin hızla artan etkisini bir adım daha ileriye taşımıştır.



[1] http://turkey.usembassy.gov/uploads/images/pkMD9H-FtBW5yfGN3x7c1w/amerikan_tarih_anahatlar.pdf ,   s. 69. (E.T. 08.11.2014)
[2]Alaska'nın Hikayesi: Rusya Tarafından ABD'ye Satılması,  http://www.tarihikesfet.com/2013/06/alaskann-hikayesi-rusya-tarafndan-abdye.html, (E.T. 08.11.2014)
[3]Purchase of Alaska, 1867, https://history.state.gov/milestones/1866-1898/alaska-purchase,(E.T. 08.11.2014)
[4] Bkz. s. 11.
[5] http://turkey.usembassy.gov/uploads/images/pkMD9H-FtBW5yfGN3x7c1w/amerikan_tarih_anahatlar.pdf ,   s.s. 69-70. (E.T. 08.11.2014)
Commodore Perry Seferi
Japonya 1854 yılına kadar sömürge haline getirilmemiş, bu sebeple de Batılı sömürgeci devletler tarafından çıkar alanı olarak görülmemiştir. Amerika, Avrupalı ülkelere nazaran sömürge faaliyetlerine daha geç başladığı için, 1790 yılında Pasifik Okyanusu (Büyük Okyanus)'nda yapılan keşiflerde Japonya'nın muhtemel bir hedef olabileceği üzerinde durulmuştur. Fakat o yıllarda bağımsızlığını yeni kazanan ABD'nin önceliği ulusal birliğin ve örgütlenmenin sağlanmasıyla birlikte savaş gücünün geliştirilmesine verilmiştir. ABD'nin Japonya'ya yönelik ilk girişimi 1832 yılında Andrew Jackson yönetimi tarafından başlatılmış fakat başarılı olunamamıştır.[1] 1853 yılına gelindiğinde Asya-Pasifik'teki etkinliğini arttırmak isteyen ABD, 200 yıldır kendi içine kapanık yaşayan Japonya'yı dünyaya açmak için Commodore Matthew Perry komutasında 4 gemiyi Japonya'ya göndermiş ve Perry liderliğindeki heyet Japonya ile anlaşma zemini aramıştır. Perry'nin bu seferdeki amacı Japonya'yı Batı dünyasıyla özelliklede ABD ile sürekli ve düzenli bir ticaret ilişkisi içine çekmek, Pasifikte bir sıçrama tahtası oluşturmak, Çin limanlarına rahat ulaşım ve Kuzey Amerika-Asya arasındaki trafiğin sorunsuz bir şekilde sağlanmasıdır. Özelikle Çin pazarlarına ulaşmak için Japonya'nın konumu ABD açısından çok önemlidir. Çünkü o dönemlerde Amerikalı tüccarlar yelkenli gemiler yerine buharlı gemiler kullanmaya başlamış ve Kuzey Amerika'dan Çin'e uzanan uzun yolculukları boyunca kömür ikmali yapabilecekleri güvenli limanlara ihtiyaçları vardı. Matthew Perry bu limanların tedarik edilmesi, Amerikalı tüccarların kullanımına açılabilmesi için Japon yöneticilerle görüşmelerde bulunmuş lakin Japon yöneticiler bu isteklere başta pek sıcak bakmamıştır. Perry Japonya'nın bu tavrını önceden düşündüğünden ve Japonya'ya Batı kültürünün üstünlüğünü gösterebilmek için Japon İmparatoruna; buharlı lokomotif çalışma modeli, teleskop, bir telgraf düzeneği ve tüm Japonları etkileyebilmek için şarap ve likör çeşitleri getirmiştir. Japon yöneticilere taleplerini anlatan Perry ertesi bahar tekrar gelmek üzere Japonya'dan ayrılmış, ertesi bahar daha büyük bir filo ile döndüğünde de talepleri isteksiz olarak da olsa Japonya tarafından kabul edilmiştir, 31 Mart 1854 yılında Kanagawa Anlaşması iki devlet arasında imzalanmıştır.[2] Kanagawa Anlaşmasına göre;
               1-ABD ve Japonya arasında barış ve dostluk sağlanacak,
               2-Shimoda ve Hakodate  limanları Amerikan gemilerine açık olacak,
               3-Herhangi bir Amerikan gemisi kaza yapacak veya batma tehlikesi geçirecek olursa                   Japon sahil güvenlikleri yardım edecek,
               4-Amerikan gemilerine Japon limanlarında kömür, su ve diğer gerekli malzemelerin          alınabilmesi için izin verilecek,
gibi ayrıcalıklar ABD'ye verilmiştir.[3] Bu anlaşmayla Japonya ABD gemilerine yakıt ikmali sağlayacak, zor durumda kalan gemilere yardım edecek ve Çin pazarına yol alacak Amerikan tüccarlara iki bağlantı noktası açıp bu bağlantı noktalarının güvenliğinden sorumlu olacaktır. Japonya bu anlaşmayı imzalarken şunu açık ve net olarak belirtmiştir; bu anlaşma ticari bir anlaşma kesinlikle değildir, ABD-Japonya arasında olası bir ticari anlaşmasına da garanti vermemiştir.[4] Perry'nin bu seferindeki en büyük amacı Japon hükümetiyle, Asya-Pasifik bölgesinde Amerikan tüccarların korunması ve yakıt ikmali yapabilmeleri için bağlantı noktaları açılması konusunda anlaşmaktı ve bu amacına da 1854 Kanagawa Anlaşması ile gerçekleştirmiştir. Perry bu seferiyle ABD'yi Asya-Pasifik de dönemin büyük güçleri olan İngiltere ve Fransa ile boy ölçüşebilecek konuma getirmiştir. Asya-Pasifikte artan Amerikan ilgisi ve gücünün temeli Commodore Matthew Perry'nin Japonya'ya yaptığı bu sefer ve imzaladığı Kanagawa Anlaşması'dır diyebiliriz.
            Kanagawa Anlaşması'yla Japonya ABD'nin kullanımına açtığı bağlantı noktalarına (Shimoda ve Hakodate bölgesine) ABD'nin konsolos atamasını da kabul etmiş ve ABD o bölgeye Townsend Harris'i ilk ABD konsolosu olarak atamıştır. Harris Japonya ile daha uzun nitelikli ve ticari bir anlaşma imzalamak için görüşmelerde bulunmuş ve 1858 yılında Harris Anlaşması adında gerçek bir ticari anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre; Japonya bütün ticari limanlarını ABD'ye açmış ve 200 yıllık içe kapanıklığın getirmiş olduğu geri kalmışlığın giderilmesi için modernleşme ve teknolojik gelişmelere ayak uydurulmaya başlanmıştır.[5] Japonya devlet hayatında çok kısa bir süre olarak nitelendirilebilecek 30 yıl gibi bir sürede tümüyle batılılaşıp Avrupa'nın en ileri devletleri seviyesine çıkacak hatta Rusya'yı bile geçecektir.[6] Böylelikle ABD Japonya'nın dışa, dünyaya açılmasında önemli bir rol oynamakla birlikte Asya-Pasifik dengelerini biraz daha kendi lehine çevirmeye, bu bölgede etkinliğini arttırmaya devam etmiştir.



[1]Hakkı Büyükbaş, ''Japon  Modernleşmesi Üzerine (1868-1912)'', Bilimname Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, Mart 2003, s. 70, http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D02237/2003_3/2003_3_BUYUKBASH.pdf,  (E.T.07.11.2014)
[2]The United States and the Opening to Japan, 1853, https://history.state.gov/milestones/1830-1860/opening-to-japan,       (E.T.07.11.2014)
[3]Commodore Perry and the Opening of Japan, http://www.history.navy.mil/branches/teach/ends/opening.htm, (E.T. 07.11.2014)
[4]The United States and the Opening to Japan..., a.g.e.
[5]Aynı yer.
[6]Sander, a.g.e., s. 276
Afyon Savaşları ve Çin-ABD İlişkileri
Amerikan halkı bağımsızlık mücadelesinin tamamlanmasıyla birlikte hızla kalkınmaya başlamış ve bu kalkınmanın doğal bir sonucu olarak da zaman içinde çeşitli mallara ihtiyaç duymuşlardır. İhtiyaç duyulan bu mallar başlarda Atlantik üzerinden Avrupalı devletler vasıtasıyla tedarik edilirken zamanla Pasifik'e de kaymaya başlamış, ABD bu bölgeyle ticari ilişkiler kurup imtiyazlar elde etmeyi amaçlamıştır. Asya-Pasifik'in en büyük devleti olan Çin'e, Çin mallarına ilgi duyan ABD 1784 yılında Çin ile ticari ilişkilerini resmen başlatmıştır. O dönemde Amerikalı tüccarlar Çin'de bulunan pirinç, ipek ve çeşitli mefruşatlara ilgi gösterirken Çinli tüccarlarda Kuzey Amerika malları olan sandal keresteleri ve kürklerle ilgilenmişlerdir. Karşılıklı olarak artan bu ilgiler Amerika ve Çin arasındaki ticari ilişkileri pekiştirmiştir diyebiliriz. Fakat daha 19. yüzyılın ortasına gelmeden ABD'nin Çin mallarına olan ilgisi, Çin'in ABD mallarına olan ilgisinin önüne geçmiştir. İngiliz ve Amerikalı Çin'in güneyinde büyük bir kaçak afyon pazarı olduğunu görmüşler ve afyon ticaretine yönelmişlerdir.[1]
            1823 yılında Başkan James Monroe kendi adını taşıyan doktrinini açıklayarak Avrupa ile ABD arasına bir set çekmiştir. O yıla kadar ABD Avrupa'nın güç kavgalarına müdahil olmazken, Avrupalı devletler özellikle İngiltere ve Fransa ABD'nin içişlerine oldukça karışmaktaydılar. Monroe'de ilan ettiği doktriniyle Avrupa'nın da ABD içişlerine karışmaması gerektiğini vurgulayarak yeni bir dış politika adımı atmış ve Amerika'nın Yalnızlık Politikası'nı başlatmıştır.[2] Yalnızlık Politikası ile Avrupalı devletlerle arasına duvar ören ABD dünya savaşına kadar kalkınacak bu süre içerisinde de Asya-Pasifik ticaretine yönelip, bu bölgede Avrupalı devletlerle özelliklede İngiltere ile işbirliği içerisinde görünse de alttan alta onlarla bir rekabet içine girecektir.

1. 1. 1. I. Afyon Savaşı (First Opium War, 1839-1844)
Yüzyıllardır dışa açık bir ekonomi anlayışını benimseyen Çin'in ekonomisinin ne durumda olduğu bilinemiyordu. Geniş toprakları, yoğun insan gücü ve zengin yeraltı kaynaklarıyla kendi ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve bu sebeple de dış ticaret yapma gereği duymuyorlardı.   Çin'in bu kapalı ekonomi anlayışını delen tek yerse Guangzhou'da bulunan Kanton Limanı'ydı. Çinli tüccarlar Kanton Limanı'nda en çok İngiliz tüccarlarla alışveriş yapmaktaydı.[3]19. yüzyılın başlarına gelindiğinde İngilizlerin ulusal içkisi kabul edilen çayın büyük bölümü Çin'den geliyordu. İngiliz tüccarlar ise bu çay ithalatını karşılamak için yasa dışı yollarla Çin'e afyon sokuyordu. Başta bunu önemsemeyen Çin yönetimi, ülkedeki afyon bağımlılığı artmaya başlayınca afyon ticaretini tamamen yasaklayarak kaçakçılık için sıkı önlemler almışlardır.  İngiliz hükümeti ise afyon ticaretinden sağladığı geliri bırakmak istemeyerek ve bu durumun ticaret serbestliğini engellediğini ileri sürerek kaçak yollardan afyon sokmaya devam edince ilişkiler oldukça gerilmiş,  sonuç olarak da 1839 yılında İngiliz denizcilerin Çinli bir köylüyü öldürmesiyle ilk çatışma patlak vermiş ve 1. Afyon Savaşı başlamıştır.[4] 2 yıl gibi kısa bir süre içerisinde İngiliz üstünlüğüyle tamamlanan bu savaşa ABD de ticari ayrıcalıklar elde etmek için dahil olmuştur. 1842 yılında İngiltere ile Çin arasında imzalanan Nanjing Anlaşmasıyla İngiltere ticari ayrıcalıkları elde etmiş, İngiltere'nin bu ayrıcalıkları elde etmesinin ardından ABD de  Çin pazarına girebilmek için Çin ile müzakerelere başlamış, sonuç olarak ABD Çin ürünlerine ve piyasalarına sınırsız erişim gibi ayrıcalıkları 1844 yılında imzaladığı ve Çin-ABD ilişkilerinin ilk resmi anlaşması olan Wangxia Anlaşmasıyla kazanmıştır.[5] Bir nevi ABD Wangxia Anlaşmasıyla Çin'e ve Asya-Pasifik ticaretinde etkisini arttırmıştır. Ayrıca bu anlaşmalarla İngiliz ve Amerikan vatandaşlar Çin topraklarında diplomatik dokunulmazlık kazanmış, Çin bazı limanlarını Batılı tüccarlara açmak zorunda kalmış ve uzun yıllar kapalı ekonomi anlayışıyla yönetilen Çin, ekonomisini dış dünyaya açmıştır.[6]
1. 1. 2. II. Afyon Savaşı (Second Opium War, 1857-1859)
Çin'deki ticari ayrıcalıklarını artırmak isteyen başta İngiltere olmak üzere Batılı sömürgeci devletler İngilizlerin ''Ok (Arrow)'' isimli gemisindeki İngiliz bayrağının indirilmesini bahane ederek 2. Afyon Savaşı'nı (Second Opium War) başlatmışlardır. Bu savaşa Ok gemisindeki bayrağın indirilmesi olayı neden olduğu için Ok Savaşı (Arrow War) da denmektedir. Fransa da,  Fransız bir misyonerin Çin'de öldürülmesini gerekçe göstererek savaşa dahil olmuştur. Hemen askeri müdahaleye başlayan İngiltere ve Fransa, Çin hükümetini Tianjin Anlaşması'nı (1858) onaylaması için zorlasa da Çin başta bu anlaşmaya direnmiş, kabul etmemiştir. Askeri harekatlarını artırarak sürdüren sömürgeci devletlere daha fazla dayanamayan Çin 1860 Pekin Sözleşmesiyle Tianjin Anlaşmasına uymayı kabul etmiştir.[7] Çin'in Tianjin Anlaşması'nı kabul etmesinin ardından, Çin hükümetinin bu durumundan faydalanmayı düşünen Fransa, Rusya ve ABD bu anlaşmanın ayrıcalıklarından yararlanabilmek için hızlı kararlarla Tianjin Anlaşması'na taraf olmuşlardır.[8] Bu anlaşmaya göre İngiliz, Fransız, Amerikan ve Rus elçiler Pekin'e yerleşebilecek, Çin limanları Batı ticaretine açık olacak, bahsi geçen devletler uyrukluğundaki kişiler Çin'in iç bölgelerine seyahat edebilecek, ithal mallar için yeni tarifeler düzenlenecek ve vergileri düşürülecektir. Ayrıca bu anlaşmayla İmparatorluk Deniz Gümrük Servisi (Imperial Maritime Customs Service) kurulmuş ve Çin hükümeti için sürekli bir gelir kaynağı sağlanmıştır.
            Afyon Savaşları sonrasında yapılan anlaşmalarla Çin Batı'ya ayrıcalıklı statüler vermiş ve bu ayrıcalıklar karşılıksız olduğu için bu anlaşmalar Eşitsiz Anlaşmalar (Unequal Treaties) olarak da nitelendirilmektedir. Eşitsiz Anlaşmalar sistemiyle Çin dış dünya ile temaslarını artırmıştır. Yıllardır Çin ile ticaret yapmak isteyen ülkeler Çin kültürünün üstünlüğünü, Çin hükümdarının otoritesini kabul edip imparatora vergi mahiyetinde haraç getirerek ilişkilerini yürütmeye çalışırken 1842 Nanjing, 1844 Wangxia ve 1858 Tianjin Anlaşmalarıyla Çin'de açık ticaret anlayışı oturmaya başlamıştır.[9] Afyon Savaşları ve bu savaşların sonunda sömürgeci devletler lehine imzalanan anlaşmalarda dönemin bir numaralı devleti olan İngiltere hep öncülük etmiş, önce kendi çıkarları olmak üzere Fransız ve Amerikan çıkarlarını da Asya-Pasifik'te desteklemişlerdir. Wangxia Anlaşmasıyla bölgeye ilk adımını atan ABD, Japonya ile yaptığı Kanagawa  Anlaşması[10] ve tekrardan Çin ile imzalanan ticari ayrıcılıkların artırıldığı Tianjin Anlaşmasıyla Asya-Pasifik bölgesine olan hassasiyetini göstermiştir. Bu hassasiyet dönem itibariyle ticari ve dolayısıyla da ekonomik bir hassasiyettir denilebilir.



[1] The Opening to China Part I: the First Opium War, the United States, and the Treaty of Wangxia, 1839–1844https://history.state.gov/milestones/1830-1860/china-1, (E.T. 02.11.2014)
[2] Henry Kissinger, Diplomasi(çev.:İbrahim H. Kurt), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ekim 2006, s. 27.
[3] Mert Can Demir, ''Çin ile İngiltere Arasındaki Afyon Savaşı'', http://www.gundemturkiye.com/tarih/dunya-tarihi/cin-ile-ingiltere-arasindaki-afyon-savasi.html  (E.T. 04.11.2014)
[4] Oral Sander, Siyasi Tarih-İlkçağlardan 1918'e,  Ankara: İmge Kitapevi Yayınları, 1989, s. 272.
[5]The Opening to China..., a.g.e.
[6] Demir, a.g.m.
[7]Adem Kolbaşı, ''Ondokuzuncu Yüzyılın Bazı Önemli Olayları ve Fikir Akımları'', http://w3.balikesir.edu.tr/~akolbasi/Sanayilesme.doc,  (E.T. 06.11.2014)
[8]The Opening to China Part II: the Second Opium War, the United States, and the Treaty of Tianjin, 1857–1859https://history.state.gov/milestones/1830-1860/china-2,  (E.T. 06.11.2014)
[9]Aynı yer.
[10] Bkz. s. 8.